english | xurban

 

 

REDDEDİLDİ (refused!)

Bu senenin başında 9. İstanbul Bienali çerçevesinde Avrupa'da bir müzede sergilenmek üzere bir proje önerisinde bulunduk. Aşağıda bunun hakkında yazdığımız metin yer alıyor.

Re: Fuse

xurban proje önerisi, Ocak 2005

Medyanın (kitlesel) isterik yorumlarına göre Türkiye Cumhuriyeti'nin Avrupa Birliği'ne katılma girişiminde işler arap saçına döndü ve netliğini kaybetti. Avrupalı bilinçaltı bir zamanlar en büyük düşmanlarının, hatta bazı görüşlere göre Avrupa idealinin tam zıddının, Osmanlı Türkleri olduğunun derindeki hatırasıyla irkilir. Her ne kadar Fransa, Almanya ve İngiltere'deki genç kuşak bu algılayışa katılmıyorsa da, 'muhafazakarlar' diye bilinen kısımda hala revaçta olan bu görüş, 60'ların başından beri Batı Avrupa'da yaşayan Türk nüfusun adapte olmak konusunda görünürdeki başarısızlığı dolayısıyla iyice güçlendi. 'Bütünleşmenin imkansızlığı' sorunu sağcılar tarafından Türkleri, Arapları, Asyalıları ve Afrikalıları karşısına alarak modellenen belirgin bir Batı Kimliği'nin kurgulanmasında bir mazeret olarak gösteriliyor. Ne idüğü belirsiz, kirli, düzensiz barbarlardan fiziksel ve ahlaki olarak ayrışmak, bedenlerin istemsizce karışmasını kontrol ve komuta edebilmek için gerekli. Hıristiyan milliyetçiler için esas problem yasakların sınırları zorlandığında ortaya çıkıyor (bu konuda Türk milliyetçilerine de bakmak gerekir). Ayrışma ve karışmanın ikisi de sosyal patolojiler olarak sunulmakta, bu nedenle de yabancılar sorunu olduğu gibi ortadan kaldırılmak istenmektedir.

Bu arada Türkiye'de bu konu yüzyıllardır süregelen içli bir bağlılık olarak sunuluyor. Bu bağlılık, coğrafi olarak 'geri'(ci) Ortadoğu'nun birliğine, ya da kısaca Doğu'ya değil de, Batı dünyasının parlak geleceğine yöneliktir. Bu görüş, Türk birliğinin neredeyse bin yıl önce Asya'nın bağrından koparak ağır ama emin (kanlı) adımlarla batıya ilerlemesine de uymaktadır. Irkçı, milliyetçi ve dinci grupların hegemonyacı düşlerini bir yana bırakırsak, Türklerin bahsi geçen topluluğun parçası olma emelinin 20. yy.'ın genç ve hırslı Türkiye Cumhuriyeti'nden çok öncesine gittiği görülür. 21. yy. başında ise bu girişim Türkiye'nin güncel politik hayatının harcına dönüştürülüp, politik iktidarların içi boş, pespaye söylemini doldurmak için kullanılmaktadır. AB fikri etrafında (üyeliğe karşı/üyelikten yana) kurulan, ve ayrılıp tekrar kurulan ittifakların ötesinde politik hayat yok gibidir. Ve her ittifak, post-ideolojik yerel (ve küresel) çağda olası sonuçları göz ardı ederek içeride iktidar ve görünürlük elde etmeye çalışmaktadır.

Şu anki durum Türkiye ve birleşik Avrupa arasında (pek de kutsal oayan) bir izdivacın alegorisi olarak sunulabilir. Eğer evlilik bir şekilde ve bir vakit gerçekleşirse, ancak istenmeyen bir cinsel birleşmeyle muradına erecektir. 17 Aralık 2004, uzun bir kur yapma ve flört devrine - Türklere özgü bir uzatmalı nişanlılık dönemine- kapıları açması ve bu evliliğin olası dünürlerinin son rızalarını vermeden önceki geleneksel karşılaşmalarına sahne olması açısından önemlidir. Flört döneminin süresi mal, mülk ve emeğin nasıl paylaşılacağı konusundaki pazarlığa, ve eğer alegorinin daha tahrik eden kısmına gelirsek, hangi vücut sıvılarının değiş tokuş edileceği konusundaki anlaşmalara göre belirlenecektir.

Zührevi hastalık Avrupalı muhafazakarların en büyük korkularındandır, oysa ki Türkiye'de hem mecazi hem de asıl anlamıyla güvenli seks -vücut sıvılarının hapsi- hiçbir zaman önemsenen bir konu olmamıştır. 70 milyonluk kuvvetli bir boşalma ile Türklerden (Müslümanlar) müteşekkil bir topluluğun Avrupa'da serbestçe dolaşacağı ve çalışacağı fikri, bir yandan kimilerine kabus gibi gelmekteyken diğer yandan kibirli Türk ruhuna da bir hakaret gibidir. Zaten beraber yatağa girilmeyecekse bu evlilik nasıl murada erer ki?

Xurban daha önce de sınırlar ötesi mal ve malzeme alışverişi hakkında benzetmelere başvurmadan araştırma yaptı ve fikirlerini ortaya koydu. Görünüşe göre tıpkı sekste ya da tarım ürünlerinde olduğu gibi, bulaşmayı engellemek için özenle tecrit etme yolu seçilmeli, ama bunların fosilleri (örneğin petrol) söz konusuysa bu seçenekten vazgeçilmelidir. Bu arada Avrupa kıtasından Anadolu toprağı (ve denizine) yalnız tek yönlü bir atık-trafiği geliyor aklımıza, mesela ağır metal taşıyan yük gemilerinin batan kargoları, Avrupa endüstrisinin toksik atıkları ve tabii ki Türkiye'nin Ege kıyısında sökülen yüzlerce hurda gemi gibi.

Proje

Kerhane/Genelev bedenlerin bir kapı ardında kontrol altında tutulduğu, arzu ve sermaye gibi akışların yönetildiği resmi (devlet tarafından onaylanmış) bir fuhuş sahasıdır. Genelevlerin sınırları titizlikle çizilmiştir, evlerin renkleri bellidir, polis girişte bekler ve çalışanlar düzenli olarak sağlık muayenesine tabi tutulurlar. Muhafazakarlığın had safhada olması bir Müslüman erkek ve seks işçisi arasında, karı-koca arasındaki gibi yakın, geçici ilişkilere ancak içten pazarlıklı bir yer açar.

Eğer seks genelevin nihai ürünü ise, vücut salgıları bu muamelenin atıklarıdır. Xurban'ın önerisi İstanbul'un resmi genelevinden toplanacak çöpleri (ki bunlar özenle tehlikeli madde bidonlarına konulacaklar), yine bu bölgede üretilen taklit kristal avizeleri ve fiziksel-ruhsal arınmayı sağlayan abdest fikri ve arınma düşüncesini değişik medyada birleştirmek üzerinedir. Bahsi geçen ögelerin ve katmanların teknolojik montajının, seçilen bazı faaliyetlere ait veri akışını da kapsayacağını düşünüyor ve bütün sürecin dikkatle belgelenip sergilenmesini de öneriyoruz.

Kısaca xurban, birleşmiş Avrupa'nın bilgeliğine özgün bir kültürel katkı olarak, ulusal (ama görünmez olması beklenen) sınırların ötesine cinsel kalıntılar, bulaşma, ve 'hastalık' fikirlerini, ruhsal panzehirleri olabilecek önerilerle beraber taşımayı planlamaktadır.

YAKLAŞIM VE VAROLAN KOŞULLAR

İlk önerimiz İstanbul'un bir semti olan Karaköy'ün kendine has üç mekanının karşılaştırmalı görsel analizi üzerine kurulmuştu. Bu mekanlar sırasıyla: genelev, avize üreticileri ve abdesthane idi.

Genelev:
Resmi genelevde detaylı bir görsel araştırma yapmayı amaçlamıştık. Araştırmamız seks işçileri ve genelevde çalışan diğer kişilerle işbirliğine dayanacaktı. Başlıca amacımız mekanın uzamsal örüntülerini, yani sokak(lar)ı, 'evleri', girişi ve denetim noktalarını gözlemlemekti. Fotoğraf ve video çekimlerine dayanan inceleme/belgeleme bu sürecin önemli bir parçasıydı.

Avizelerin Üretimi:
Her mekanın işçiler tarafından farklı üretim şekillerine uyarlanması gibi, aydınlatma cihazlarının üretimi ve montajının yapıldığı atölyelere yaklaşımımızda da genelevde uyguladığımıza benzer metodlar kullanmayı düşündük. İstanbul'un kentsel çehresinin kendine has karakteri ve bölgenin eski, parçalı, ve ince ince oyulmuş mimarisi, aynı kent mekanını paylaşan birbirinden çok farklı bu iki işletme arasında benzerlikler kurmamızı sağladı.

Abdesthane:
Abdesthane de aynı sanatsal yaklaşımla belgelenecek, seçilen camiler Karaköy yakınlarında olacaktı. Erkeklerin (işçiler, yoldan geçerken uğrayanlar, ve semtin diğer sakinleri) fiziksel ve ruhsal arınması, hizmetlerin, emeğin ve üretimin aynı derecede 'kirli' doğasına gönderme yapıyordu.

O zamandan beri bazı kesintilerle karşılaştık. Birincisi, bu sanatsal önermenin niyet ettiğimizden daha fazla alaycılık içerdiğini fark ettik. Neo-liberalizmi, devletin her formunu, her türlü kamuflajıyla askeri düzeni, dini fanatizmi, ve her bağlamda baskı ve denetimin yerel/küresel unsurlarını eleştirirken keskin ve otonom kalmaya çalıştık. Bunun için dolaysız bir yüzleşme gerekliydi: Yukarıda her ne kadar fikrimizi ortaya çıkarmaya yaradıysa da alegoriler, ifade/manifesto'yu sulandırır, onu hizaya sokup 'sanat dünyası' içinde eritirler. Hali hazırda, bu (karışık ve çok katmanlı) sanatsal soruşturmanın ilk etabında, üzerine katastrofik varoluşun izleri sinmiş, çok sevdiğimiz, Foucault'nun Anıt dediği 'arkeolojinin o nesnesi'ne  yönlenmekteyiz. Aşağıda tartışacağımız gibi,  'kuşatma', 'taşıma' ve 'bulaştırma'  kavramlarının xurban'ın genel araştırma ve üretiminin sürekliliğini sağladığını düşünüyoruz.

İkinci kesinti ise resmi kanallardan bize ulaştı: Karaköy'deki genelevlerde, İstanbul Valiliği ve Emniyet Müdürlüğü arasında tertip edilmiş pazarlık sürecinin sonunda fotoğraf çekme ve çalışma iznini alamadık. Sonuçta bienalin düzenleyicisi İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı aracılığıyla yaptığımız yazılı başvurumuzu T.C. İstanbul İli, Genel Kadınlar ve Genelevlerin Tabi Olacakları Hükümler ve Fuhuş Yüzünden Bulaşan Zührevi Hastalıklarla Mücadele Komisyonu Başkanlığı,  "Fuhuşla Mücadele Tüzüğü"nün iki maddesine dayanarak reddetti. Her iki madde de mahremiyet (daha doğrusu gizlilik) üzerineydi. Bunlardan biri kayıtlı seks işçileri ya da diğer çalışanlar hakkında hiçbir bilginin (ve fotoğraf gibi belgelerin) kamuya ya da herhangi bir üçüncü şahısa açıklanamayacağı, bu bilgilerin ancak 'komisyon'dakilere ve kanuni mercilere mahsus olduğu yolundaydı. Böylece 'resmi' olarak mekanın fotoğraflarını çekebilmek bir yana, elimize geçen bazı evraklarla kalakaldık. Bu evraklar komisyondan gelen resmi ret belgeleriydi. İçeri'yekabul edilip edilmemenin bekleyişine girdiğimiz o sallantılı anda bu erteleme, yapmaya çalıştığımız işin önemini daha da belirginleştirdi. Bu yüzden de bu sonucu bir yeniden-uyarlama olarak  proje sürecine dahil ettik.

'Araştırmacı Gazetecilik' hiçbir zaman xurban'ın çalışma tarzı olmadı, ve 'gerçeğin ta kendisi'ne ulaşmak için amansız araştırmalar yapmak işlerimizde görmek istediğimiz sonucu genelde sağlamaz.  İstanbul'a rasgele bir bakış bile fuhuşun önemli kısmının Karaköy'deki genelevlerin dışında yer aldığını görmeye yeter. Tabii bu, 'yetkililer'in (ör. polis) paylarına düşeni bütün şehirden toplamadığı anlamına gelmiyor. Nickie Roberts'ın mükemmel kitabı 'Whores in History' de özetlediği Batı'da da olduğu gibi, orta çağdan beri fuhuşun tarihi ikiyüzlülük, haraç, düzenlemeler, vergiler ile, ve  kurumların (örneğin  kilisenin ve devletin) farklı unsurları aracılığı ile suçlama ve müsamahanın gidip geldiği dönemlerle doludur. Kitapta İngiltere Fahişeler Birliği'ne bağlı iki hayat kadınından yapılan alıntıda 'pezevenk' kelimesinin bu mesleğe yabancı olanların algıladığı anlamına karşı çıktıkları görülür: "En büyük pezevenkler, yani orospular üzerinden doğrudan ya da dolaylı yoldan para kazananlar, kanunun koruması altında çalışanlardır -gece kulübü ve otel sahipleri, cezalar ve vergiler sayesinde devlet... en büyük pezevenk devletin kendisidir." (Nickie Roberts, Whores in History: Prostitution in Western Society. Londra: Harper Collins, 1993. S.301) Türkiye'de durumun daha farklı olduğunu düşünmek için bir sebebimiz yok. Karaköy'de sadece evlerin ve sokakların fotoğraflarını çekme talebimizi bile reddederek (başvuruda portre ya da 'insan fotoğrafları' çekme talebinde hiç bulunmamıştık: istediğimiz genelevin çalışmadığı sabah saatlerinde mekanı fotoğraflamaktı) polis ve doktorlardan oluşan komisyon, zaten askeri bölge gibi sıkı denetim altındaki genelevi kordon altına alıp 'kapalı' kalmasını sağlamaya çalışıyordu. Bir polis memurunun telefonda gayri resmi olarak 'genelevlerin hassas durumu'nu bize açıklaması da cabası. Ve bizce bu durum, (biraz önce belirttiğimiz tüzükte geçen sebeplerden biri olan) 'korunmasız kızların' Karaköy'e düşmesini önlemekten çok, vesikalı seks işçilerini bir suçlu konumuna getirip tecrit ediyor ve onları yerel görevliler ve mafyavari organizasyonun üstü kapalı işbirliğinin merhametine terk ediyor.

Folklorik bir unsur olarak genelev Türkiye yazını ve sinemasında yıllarca işlendi ve geneleve düşmüş, geleceği olmayan vesikalı seks işçisine acımaktan öteye geçmeyen bir dil yaygın olarak kullanıldı: Hikayenin sonunda iyi adam kötü yola düşmüş kadını çekip kurtarır. Toplumun ataerkil ve riyakar düzeni içinde bu kadınların belki de seks hizmeti satmayı kendi istekleriyle, daha da önemlisi kendi ekonomik bağımsızlıkları ve refahları için tercih ettikleri ihtimalinden hiç bahsedilmedi. Bu ülkede iş gücüne katkıda bulunan kadınların çoğunun içler acısı ücretleri de düşünüldüğünde, devlet ve entelijansiyanın takındıkları ikiyüzlü bir merhamet hali çaresiz bir bastırmaya, burjuva ahlakına dayanarak kayıtlı seks işçisinin dışlanmasına, ve aktarılma şekilleri sürekli değişen zührevi hastalıkların önüne geçildiğine dair tamamen asılsız bir iddiaya yol açtı. Roberts'in kitabında belgelediği gibi batıdaki seks işçileri zührevi hastalıklar konusunda en dikkatli olanlardır, ve bizce İstanbul'daki durum da bundan farksızdır. İstatistiklerin gösterdiğine göre ABD ve Avrupa'daki hayat kadınları arasında HIV virüsü taşıma oranı sadece yüzde beştir (büyük bir ihtimalle bu oran Türkiye'de daha da düşüktür) ve korunmasız seks talebi (hele Türkiye'de) genelde erkeklerden gelir. Seks işçilerinin zührevi hastalıkların tek taşıyıcısı ve bulaştırıcısı oldukları söylentisi daha sıkı bir denetim, müdahale ve baskıyı beraberinde getiriyor. Türkiye Cumhuriyeti'nde fuhuşla ilgili tüzük 1961'den beridir yenilenmemiş durumda (Bakanlar Kurulu Kararnamesi: No.5/984 - 30 Mart 1961) ve bu tüzüğün tamamında ne HIV virüsünün, ne de AIDS'in adı geçiyor. Onun yerine korku salan bir dille yazılmış olan maddeler sağlık kontrollerinin sıklığı ve şartları, seks sattığı hakkında en ufak şüphe duyulan kadının kayıt altına alınması (yani damgalanması) gerektiğiyle ilgili göz dağı veren ibareler ve sağlık kontrolünden geç(e)meyen ve genelev dışında evine erkek alan seks işçisinin vesikasının (yani ekmek parasının) elinden alınması gibi tehditkar detaylarla dolu. Bu, devleti temsil eden ahlakın gerçekleştirdiği katmerli bir gasp.

'Bulaştırma için taşıma' (genelevin çöpü) konusunu biraz daha düşününce etimolojik bir zıtlık olduğunu fark ettik. Türkçe'de 'syphilis' frengi diye geçer ve bu kelime batıdan, Avrupa'dan gelenin karşılığıdır (Frenk). Ortaya çıkmış kayıtlardan biri Gustave Flaubert'in 19.yy'da yaptığı Doğu gezisine aittir. Flaubert frengiyi İstanbul'a gelmeden Beyrut'ta kapmasına rağmen, bu onun Beyoğlu genelevlerinde zevk ve sefa alemlerine dalma isteğini engellememiştir, ama birleşme öncesi yara ile kaplı çükünü göstermesi gerektiğinde bundan utanç duymuştur. Flaubert'in kaçamaklarının oryantalist açılımları bir yana, tutucu/Müslüman bir çevrede zührevi hastalıklar bugün bile ancak kafirlere yaraşan günahın göstergesi olarak algılanır. Bu yaklaşımın bazı Müslüman erkeklerin seks hayatlarına nasıl bir dokunulmazlık ve içten pazarlıklı bir kadercilik hissiyatı kazandırdığını tahmin etmek zor olmasa gerek. Bu arada biz Karaköy'den toplanan çöpü Avrupa'da sergilemeyi umarken, bunun detaylı bir medikal analizinin yapılmasını planlamamıştık. Bu sadece metaforik boyutu olan bir jest idi.

GÖZLEMLER

Osmanlı İstanbul'unda 20. yy. başına kadar değişik etnik grupların ve değişik milletlerden oluşan demografik bir yapının barış içinde yaşadığı söylemi her ne kadar eskimişse de hala kozmopolit, Avrupalı bir kimliğin kanıtı olarak ve İslamın hoşgörüsünü vurgulamak için kullanılır. Ama, Türkiye Cumhuriyeti'nin Türk olmayan vatandaşlarına takındığı baskıcı ve tahliyeye yönelik tavır, "ne kadar özür dileseler az" dedirtiyor: İstanbul geçen yüzyıl içinde pek çok kereler safkan  Türkler, Sünniler, ve dahası bu iki grubun tehlikeli birleşimleri tarafından fethedildi. Bu yüzden bu aralar resmi kanalların 'azınlıklara' yardımsever ve ödün veren acınası yaklaşımı geleceğin Avrupalı ortaklarının onayına oynuyor. Bu araştırmanın yoğunlaştığı Karaköy'den Galata ve Pera'ya kadar uzanan bölge, İstanbul'da bir zamanlar Avrupalıların yaşadığı eksene tesadüf  etmekte. Genelevlerin bu bölgeye yerleştirilmesini tekrar düşünmek, bu projenin gidişatını değiştirir gibi görünmüyor: genelevin zaten 'Avrupa'da olduğu fikri aklımızdan geçse de üstünde duracağımız bir şey değil. Ancak yerel bağlama ilişkin bir durum değerlendirmesi yapabiliriz. Mesela İstanbul'un (1900'de Avusturya Sinagogu'nun yerine inşa edilen) en önemli Aşkenaz Sinagogu'nun genelevle bir duvarı paylaştığını, Saint Benoit Lisesi ve Şapeli'nin (1400'lerden beri orada olduğu yazılır) ve Surp Pirgic Ermeni Katolik Kilisesi'nin çok yakında olduğunu, ve pek çok kilise, sinagog ve misyoner okulunun, mübarek Galata Mevlevihanesi ve Galip Dede'nin türbesiyle beraber yine aynı bölgede bulunduğunu söyleyebiliriz. Bunun dışında bugün tamamen milli bir birlik ve beraberlik içinde, İstanbul'un en yoğun merkezlerinden biri olan bu bölge birbirinden farklı üretim, ticaret ve iş kollarına ev sahipliği yapıyor (aydınlatma elemanları, avizeler, çanak antenler ve neon ve pleksiglas tabela üreticilerinin arasına türlü çeşit perakende dükkanları serpiştirilmiş durumda). Genelevin köşesini dönüp Yüksek Kaldırım'dan aşağıya inince Bankalar (Voyvoda) Caddesi'nde bulunan T.C. Merkez Bankası'na çeşitli ulusal/uluslararası bankaların ofisleri ve sigorta şirketleri eşlik ediyor. Nakit para taşıyan korumalı ve zırhlı minibüslerin Merkez Bankası'na gidip gelirken öttürdükleri sirenlerin bölgedeki faaliyet üzerinde afrodizyak bir etkisi var: Para beklemez.

Önerdiğimiz ana amaçlarından biri fotoğraflar ve video gibi görsel malzemelerle seks ve mal üretimi gibi iki farklı iş sahasının kent ortamındaki (hatta bu örnekte kent merkezindeki) uzamsal benzerliklerini görüntülemekti. Kendi çalışma mekanlarının genelev ile karşılaştırılması işçilerin (mesela avizelerin üretildiği atölyede çalışanların) erkeklik gururlarını incitir mi bilemiyoruz. Bu arada yaptığımız sohbetlerde ortaya çıkan oydu ki çoğunluğun genelev bölgesinde çalışmaktan bir şikayeti yoktu. Genelevlerin (son dönemde Türkiye'deki diğer illerde olduğu gibi) şehir dışına taşınmasını önerenler vardı, ki  bizce bu önerinin tecrit etmekten başka sebepleri var. Sonuçta bu konunun sınıfsal bir mesele olduğunu düşünüyoruz: Devlet kontrolündeki genelevler 17-22 YTL arasındaki vizite ücreti ile işçi sınıfına hizmet veriyor ve genelev müdavimleri (bu ücretin ancak %40 ya da 50'sini alan) seks işçilerinin 'ağır' şartlarda çalıştıklarının bilincindeler. Daha da ileri giderek, erkeklerin hiçbir zaman dile getirmediği bir empati ile vesikalı hayat kadınlarının kendileri gibi ağır işçi olduğunu  kabullendiklerini söyleyebiliriz. Kelimelerle ifade edilmeyen bu bağ, belli tip Müslüman erkeğin maçoluğunu aşıp  genelevdeki kuralların şeklini belirliyor. Gözlemlerimize göre Karaköy genelevine gelen erkekler (potansiyel müşteri) karşısında burasını kendi toprağı bellemiş seks işçileri hiç de ezik durmuyorlar. Daha önce bahsettiğimiz mekansal karşılaştırmada apaçık ortaya çıkan noktalardan biri de bu. Tabii ki, bütün dünyada olduğu gibi burada da, genelevin dışına çıkan seks işçisi erkekler tarafından taciz edilme tehlikesi altında.

Karaköy kerhanesinde erkekler evlerin girişinde bekliyorlar. Gözleriyle kadınları süzerken onlardan ve birbirlerinden uygun bir uzaklıkta duruyor ve sessizce bir evden diğerine geçerken beraberce hareket ediyorlar. Cumartesi ve pazarları izin almış askerler bu civara akıyor, üzerlerinde gençliğin ve tecrübesizliğin getirdiği bir ürkeklik var. Böyle durumlarda seks işçileri yarı çıplak halleriyle bölgelerine iyice hakim görünürler. Bazen 'Hey, sen! Gelsene buraya, bir şey söyleyeceğim kulağına' gibi nidalarla erkekleri çağırırlar. Bir sessizlik olur, adam söylenecekleri duymak için gider, kadın kolunu adamın omuzuna atıp bir şeyler sorar, merakını cezbetmeye çalışır. Eğer adam dönüp giderse, kadın hemen onun cinsel yetisini sorgular. Eğer seks işçisi müşterinin tarzını beğenmezse, onu tersler.  Buna karşılık erkekler yazılı olmayan kurallara uyar, belli bir saygı göstermek gerektiğini bilirler.

Valilikten resmi bir izin beklerken birkaç fotoğraf çekmeye karar verdik. Tabii ki bunu 'gizlice' ve ancak ana kapının dışından yapacaktık. Zaten içeriye cepte taşınabilenin ötesinde bir şey sokmak yasak (ne çanta, ne bavul ve tabii ki ne de fotoğraf makinesi). Yanımızda bir adam belirdi. Genelevin giriş kapısının arasından fotoğraf çekmeye çalıştığımızı fark etti (duydu) ve küplere bindi! Görevli falan değildi ama bir kahraman edasıyla kendini öne atarak Türkiye Cumhuriyeti adına genelevleri korumaya karar verdi. Kötü bir amaç gütmediğimizi, fotoğrafçı olduğumuzu açıkladık. Genelevi dünya aleme afişe etmememizi istedi. Sinirli bir tavırla kerhane yerine gidip tarihi yerlerin fotoğraflarını çekmemizi önerdi.

Eh, biz de onu yaptık. İstanbul'un en dini bütün semtlerinden biri olan Fatih Camisi çevresine gittik. (Sıcağın oldukça demokratik bir tarafi var gibi geldi bize, ne de olsa kimse kaçamıyor ondan). Herkes dini yapının etrafında oturmuş bekliyordu. İstanbul'u fethetmiş olan Fatih Sultan Mehmet Doğu Roma İmparatorluğuna son vermişti.

Artık  bütün kurumlarla beraber beklemedeyiz, kapılar sonuna kadar açık: içeri giriş var ama ağzını sıkı tutarsan, çünkü çekim yapmak yasak.

OH AVRUPA!

Bir yanda Türkiye Cumhuriyetinin içten pazarlığı, askerleşmiş ve laik devlet, dinciler, milliyetçiler ve Avrupa arasındaki uçurumun varlığı düşünüldüğünde iyice ortaya çıkıyor. Tabii ki bunda artık neo-liberal ekonomik söylem diye geçen ve eski hikayeleri allayıp pullayıp tekrar sunarken tek gerçek olarak her şeyi birleştiren bir tutkal rolü gören iş dünyasının herşeyi kapsayan gücünün önemi büyük. Devletin esas görevi de bu yeni kurulan neo-liberal ekonominin kurallarının devamlılığını sağlayıp arabuluculuk yapmak ve onları alt sınıflardan korumak. Çalışan sınıf genelde fabrikalarda, hastanelerde, atölyelerde, hapishanelerde ve tabii ki genelevlerde kontrol altında tutulmalı. Türkiye'nin bir gün kulübe kabul edileceği rüyasına dayanan demokrasinin itici gücü neo-liberallerden geliyor. Bu bağlamda demokratikleşme Türkiye vatandaşlarının çoktan elde etmiş olması gereken bir hak gibi değil de daha çok bir işletme  sorunu olarak sunulmakta.

Diğer yandan, daha önce de belirttiğimiz gibi, muhafazakar Avrupalılar ve Avrupa'nın ulusal solu bu durumu demografik, kültürel, ekonomik ve politik açılardan bir açmaz olarak değerlendiriyor. Burada derdimiz Türkiye'nin Avrupalı olduğu savını ortaya atmak, kanıtlamaya çalışmak veya 'kültürel' bütünleşmenin mümkün olduğunu göstermek değil. Bahsettiğimiz daha ziyade Avrupalı muhafazakarların, belli bir milliyetçi ahlakın etkisiyle, aradaki mesafeyi korumak istemesi. Aynı şekilde devlet de, Türkiye'deki milliyetçiler ve dinciler de, alt sınıftan ayrılmak için böyle bir ahlakı ön ayak ediyor. Tek fark bu durumda alt sınıftan gelenlerin de Türkiye vatandaşı olması. Elimizdeki sorun bir 'medeniyetler çatışması' değil aslında, sorun ülkeyi ve nüfusu sömürülmeye hazır tutarken çalışan sınıfı kontrol ederek hareket serbestliğini elinden almak isteyen burjuva zihniyetinde yatıyor.

Dönüp baktığımızda, şimdiye kadar yapmaya çalıştığımızın belli bir zaman-mekan'a bağlı aciliyet hissiyle yoğrulduğunu görüyoruz. Aciliyet hissi, yaşamı ve dünyayı bugünün içinde algılamamızdan, uzamın kısıtlı açılımlarında -ki bu uzam her zaman ideolojiyle yüklüdür- bir tehlike anında parıldayan bir anıya tutunmaya çalışmamızdan kaynaklanıyor. Avrupa'yla bütünleşme problemi ne kadar sıradan olursa olsun, sırtımıza geçmişin ağırlığı ne kadar çökerse çöksün, yine de takip edilen yollar aynı yere, yani küresel direnişe çıkıyor: Adalet! Herkes için!

xurban
Ağustos 2005; İstanbul-New York