xurban

| Scenes | Flora | Acts | Actions | Stage |









TR // ENG

 

MAHRUM ve BOŞ: Akropolden Manzara
xurban_collective, 2006

 

Durum

1. Felaketlerin kalıntıları sanatsal yöntemlerle çalışılabilir arkeolojik nesnelerdir. Bahsettiğimiz yöntem, sosyal olguların mekansal bağlamları ile örtüştüğü durumların gözlemlenmesi, araştırılması, belgelenmesi ve çalışılmasıdır. Bunun ötesinde, bulgulara dayanan eleştirel bir eylem içine girilmelidir. Araçlar ve teknik yöntem ile uyuşmalıdır.

2. Anadolu toprağı, önemli bir kısmı 'yerli' (endemik) olan binlerce bitki türü ile örtülüdür. Bitkiler ve toprağın çökeltisi uygarlıkların mitik peyzajını kaplar. Arkeolojik olanı koruyan bu örtü, geçmişin katmanlaşması içinde en üst tabakayı oluşturur, Boşluk'u zamanla doldurur, sessizce sarıp sarmalayarak ısıtır, iyileştirir; türlü çiçeği ortaya çıkararak süsler.

3. Yapısal olan, boşlukları ile anlaşılabilir. Bizim için 'Boşluk', arkeolojik oluşum ile 'yerleşimin' bulunduğu bağlamsal çerçeve arasında kalan uzamdır.
( örneğin binalardaki çatlaklar gibi...). Bu durumun doğurduğu içerik-sizlik hali, günlük yaşamın felaket vaktindeki kalıntıları ile anlaşılabilir.

4. Bilim, otoriter söylemleri içinde sosyal olguların karmaşıklığını gösteremez. Kategorik indirgemeler sosyal boşlukların anlaşılmasını imkansız kılar. Sosyal olan, Boşluk'ları ile idrak edilmelidir. Nesnelerin bağlamsal

çerçevesi Boşluk'un mümkünatını belirler. Bunda aşkın(cı) bir durum yoktur.

5. Boşluk ilk olarak tanımsız bir dolaşımın zemini olarak algılanabilir. Fiziksel formlara gereksinim olmakla birlikte önerdiğimiz Anıtsal yapı(lanma)lar değil yeni bir başlangıç olarak Boşluk’tur: Yani, kayda düşülmüş (Anı-Anıtsal) olanın değil, telaffuz edilenin içine gömülmüş olanın (hiçliği dolduranın) ayırdına varmayı öneriyoruz.

6. Anadolu'yu da içine alan Ortadoğu'nun türlü acılardan sonra yoğunlaşmış uzun geçmişi özel bir anlam ifade ediyorsa, bunun sebebi Homer'i de, klasik olanı da öncelemesidir. Bizim anladığımız şekli ile arkeoloji, orijinal (orijinde) olanın restorasyonu ile uğraşmadığı gibi, biliyoruz ki İlyada'nın kör ozanı da kendi 'ur-tarih'ini düşlemiştir, o herşeyin eriyip toprağa döndüğü zamanları. İnanıyoruz ki en modern felaketlerin, yıkıntıların, şiddetin, işkencenin ve zulmün kol gezdiği bu topraklarda alın yazısının çelişkiler içinde sineye çekildiği, bütün olanlara rağmen yaşamın seçildiği tarih-öncesi bir çok görmüş-geçirmişlik hüküm sürüyor. Tarih-öncesi yerleşimin anıt-karşıtı / hiyerarşi-karşıtı mekansal örgütlenmesi halkın ruhunu hala sessizce dile getirip gözden yiterken iz bırakmaz. Her ölümlü gibi parçası olduğu toprağa karıştıkça işaret olarak geride bir höyük kalır, yani çiçeklerle kaplanmış bir mezar.

Yöntem

Anahtar kelimeler: Kazı, Kazmak, Toprak, Delil, Yerleşim, Yer, Yer Değiştirme, Taşıma, Kamyon, Galeri, Maden, Çiftlik, Tahıl, Savunma, Eksiltme, Karşıtlık, İkililik, Açılma ...

1. Bize göre kazı nedir?
Kazı, Boşluk’un delilllerini ortaya çıkarmak ve toplamak için yapılan sanatsal bir tekrar eylemidir. Olasılıklar süreç içinde bir dizi biteviye tekrar ile üretilirler.

Kazı, topraktaki bir yarıktır.
Çukur, 'Mahrum ve Boş'tur!
Su, doldurandır.
Bitkiler süslemelerdir.
Yerleşim bağlamı oluşturur.
Harekete geçiren direniştir.
Sunak aslında yoktur.

Taşıma: Kazılan ve İstanbul'a taşınan toprak, altın madenine yakın bir yerden, batıdaki Sağancı köyünden alındı. Köylüler, yerel yönetim, aktivistler ve madenin kapatılması ve Sunak'ın Bergama'ya geri getirilmesi için mücadele veren diğer kişiler ile görüşüldü.

2. Neden özel olarak bu yeri seçtik?
Bergama'nın önemi ve iki ayrı ihtilaf: Tek bağlantı

Sömürgecilik: Yerel kaynakların çıkarılması, sömürülmesi ve uzağa taşınması
Arkeolojık kazı, gerçeğe ulaşmak için toprağın anlamlı (bilimsel) bir biçimde yıkımıdır. Bu özgün gerçeklik, güç kullanarak oluşturulur. İktidar yozlaştırır ve imha eder, kendi kurallarını aşılar.
Maden: Altına bulanmış bir yara. Altını elde etmek için kullanılan siyanür son derece zehirli bir maddedir.

3. 'Yer'ler arasındaki bağlantı: Bergama - İstanbul - Berlin
Bizim için 'toprağın taşınması' sürecinin kendisi, olası 'başarısızlık'ları ile beraber, gerçekte ortaya çıkan sonuç/biçim'den daha önemlidir. Her iki ihtilafın da)altın madeni ve Berlin'deki Pergamon Museum'da bulunanlar) geçmişinin ve yarattıkları polemiğin farkında olarak kurmaya çalıştığımız yaklaşım, mevcut durumu hassaslaştırmak ve başka görünümleri mümkün kılmak üzere benimsediğimiz teğet bir bakıştır. Bu durumda İstanbul, geçmişte de her iki benzer sömürüyü gerçekleştiren iktidar odakları arasındaki alışverişi mümkün kılan yolun üzerinde bir duraktır, ve şimdi, bizim için, planladığımız Anıt-Karşıtı'nın barınacağı ‘müze-olmayan’ın mekanıdır. Bununla beraber, her iki ihtilafın da kaynakların ve dahası yaşamın, onarılamayacak biçimde, küresel ölçekte gasp edilmesinin açık bir göstergesi olduğunun farkıdayız.

Anıtsal(olmayan)

Eğer arkeoloji kendi halindeki tarihsel katmanlaşmanın yıkımı ise, bu yıkımın yaratacağı feci sonuçları azaltmak üzere kazı (küçük veya büyük) ve taşıma (uzak veya yakın) işlemi olabilecek en dikkatli biçimde yapılmalıdır. Ulaşılan nesneler ileride farklı incelemeleri mümkün kılacak şekilde tanımlanmalı, sınıflandırılmalı ve kayda geçirilmelidir.

Anadolu'daki Neolitik yerleşkeler incelendiğinde toprak yığınından farklı birşey ile karşılaşmak zordur. Bu durumda arkeolojik yerleşim toprak ile ayrılmaz ile harmanlanmıştır. Arkeolojik yerleşim anıtsal olanın üstüne oturduğu bağlam olmaktan çıkar, tersine arkeolojik katmanların 'anıt-olmayan' nesnesine dönüşür, onbinlerce mevsimin biriktirdiği bir "Toplumsal-Heykel" (Sozial Plastik) gibi...

Öte yandan, altın madenindeki toprak yığını hafriyatın bir yan ürünü olarak kazılmış ve yerinden çıkarılmış milyonlarca ton toprağın bir tepeye dönüştürülmüş halidir. Her ne kadar höyükler ve altın madenleri insan yapısı biçimler olarak benzer fiziksel özellikler taşıyorsa da, madenin tarihsel katmanlaşmayı olumsuzladığını söyleyebiliriz: makinalar taşı-toprağı ufalar, siyanürlü bileşiklerden geçirir, değerli madenler ayrılır ve geriye içinde hiçbir bilgiyi barındırmayan zehirli toprak kalır.

Bu durumda Anıt’ı yeniden tanımlamak gerekir. Aradığımız şey yorumlanacak ve açıklanacak bir nesne değildir, fakat binlerce suskun iz'in tanımlanması ve birbirine bağlanması gerekir. Anıt, mekanı kaplar; tutarlı bir içsel yapıya ve sürekli bir varoluşa karşılık gelir. Bizi ilgilendiren anıt ise kendiliğinden Anıtsal (heybetli) veya 'güçlü' değildir, padişahların zaferlerini veya ilksel olanı yüceltmez. Bu anlamda anıt zaten bağlamın dışında olandır, ve anlamı sadece 'tarihsel söylem' ile yeniden kurar. (Foucault)


Çarpışmalar

Bugünkü hali ile Ovacık'taki altın madeni, Bergamalı, Çamköylü, Ovacıklı, Narlıcalı ve diğer köylüler ile gelmiş geçmiş hükümetler arasında, hukuki olarak sonucu Yargıtay tarafından defalarca tescil edilmiş uzatmalı, düşük yoğunluklu bir ihtilafı temsil ediyor. Hükümetlerin madenin işlemeye devam etmesi için hukuku aşarak araya girmesi ve mevcut yasaları ve alınan kararları eğip bükmesi, ülkedeki en yüksek siyasi otoritenin kendi vatandaşlarının arzusuna karşı neredeyse feodal bir müdahalede bulunduğunu gösteriyor. Bütün bunlar, Türkiye Cumhuriyetini defalarca tazminat ödemeye mahkum eden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin de belirlediği gibi, hukukun işlemediğinin bir göstergesi. Bize göre mevcut durumun daha kapsamlı sonuçları önemli görünüyor. Türkiye'de belki ilk defa orijinal, popüler ve barışçıl bir başkaldırı güç kullanılarak bastırılmadı, ancak neoliberal taktikler ile etkisizleştirilmeye çalışıldı. Herşeye rağmen sonucun bir kazanım olduğunu ve Batı Anadolu'daki diğer siyanürlü altın madeni girişimlerine karşı önemli bir örnek oluşturduğunu söyleyebiliriz. Foucault'ya dayanarak, bu mevcut durumdan yola çıkıp egemenliğin hukuk yoluyla belirlendiği anlayışın terkedilmesi gerekir. Bu anlayış, devletin ideal temellerini ortaya koyar ve bireyin 'doğal haklar'a sahip bir özne olduğunu öngörür. Ancak adalet kavramı modern hukukun belirlediği alanın ötesini de kapsamalıdır. Açıktır ki, Ovacık'taki altın madeninin bir insan hakları ihlali olarak tescil edilmesi, yani kişinin verili bir güç sistemi ve özneleştirme/kullaştırma bağlamında doğuştan 'doğal haklar'a sahip olmasının tescili yeterli değildir. Aynı zamanda mevcut haliyle bu durumun, iktidar ilişkilerini ve hukukun pespayeliğini de ortaya dökmesini beklemeliyiz. Öte yandan da, sanatçılar olarak çatışmanın tozu, dumanı ve hiddeti arasında ihmal edilmiş olan toprağı kazarak durumu ajite etme serbestisini kendimizde görüyoruz.

Bu iki katastrofik olayın yer aldığı bağlam peyzaj ve manzara ile anlaşılabilir. Ovacık'taki altın madeni ile Bergama Akropolü arasında üç saatlik bir yürüme mesafesi var. Her ikisi de muazzam birer siluet olarak karşımıza çıkıyor: Biri altını elde etmek için üzerine siyanürlü çözelti dökülen toprak ve ufalanmış kayalardan oluşan yapay bir yükselti, diğeri ise kutsanmayı elde etmek için avlusunda kan dökülen, frizlerinde vahşi bir savaşın betimlendiği muhteşem manzaralı bir sunağın oturduğu doğal bir tepe. Sunağın bir zamanlar bulunduğu yerden güneybatıya bakıldığında manzara, arada bir büyük kayalıkların belirdiği sakin bir denize benziyor. Nitekim deniz çok uzakta değil. Ondokuzuncu yüzyıl sonunda sunağa ait frizlerin, kolonların ve diğer parçaların gemiye yüklenip Berlin'e doğru yola çıktığı Dikili limanı oldukça yakın. Hukuk kayıtlar, tutanaklar ve tapulardan başka 'taşınmazlar' a ait herhangi bir mülkiyet olasılığına yer vermiyor ve bugün de kültürel mirasın korunmasına ilişkin yasalar esas olarak kapitalist anlamda kar amacının güdümünde (ör. kültürel turizm, yani yeni çağın 'altın madeni'). Mülkiyet, yasaların 'özel' ve 'kamuya ait' diyerek tanımladığı, ve de 'kamu'nun kişileri dışarıda bırakarak devleti işaret ettiği iki kategorinin içinde belirleniyor. Binlerce yıldır nesillerin, madenin değil Akropolün gölgesinde büyüdüğü, kutsandığı ve serpildiği daha soyut bir aidiyet hissiyatına ihtiyacımız var. Aynı şekilde milliyetçilikten, bayrak ve para sevgisinden arındırılmış yeni bir vatanseverlik fikrini gerçekleştirilmek için çalışmak gerekiyor: Hani şu vatanperverliğin toprağı ve onu paylaşanları; kuşunu, çiçeğini, insanını, hayvanını ve sonunda aynı toprağı paylaşan diğer vatanseverleri sevmeye adanmış olanı gibi....

Akropolün öbür yamacında, Trajan Forumu'nun ardında, doğudaki manzaranın önünde dallarına bezler bağlanmış iki ağaç duruyor. Sanki binlerce dilek bu mübarek mevkiye, Bergama Akropolüne kulak verene yollanmış: Kan dökmeden, sunağa ihtiyaç kalmadan, Anadolu'da ahir zamandan beri süregeldiği gibi...

top