Notlar:
1. Başlarken, kentin bir 'hazır yapıt' olarak okunması üzerine ortaya çıkabilecek
çağrışımları düşünmek gerekir. O bilindik deyişi biraz bükerek,
"Hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı değildir, sanat bile" demek, ve zaten dünyanın
bu taraflarında hayatın sanatı çoktan solladığını kabullenmek durumundayız.
Öte yandan 'gösteri'nin mantığı, olan biten herşeyin gösteriye dönüşmek üzere
varolduğunu bize her fırsatta söylüyor. Bu durumda ağırlığınca altın kazanan
içimizden biri, gecekondusunun çatısında dozerlere savaş açan kadın, sokaktaki
mafya çatışmasında yanlışlıkla ölen genç kız ve denizin altında kıyılan nikah
birbirine eşitlendiği gibi, hepsi bir olup ilkbahar-yaz kolleksiyonuna, oradan
da kestanecinin büyülü (siber) alemine karışıp sıralarını savıyorlar, bir
sonraki sefere kadar. Megalopolü bir gösteri alanı olarak görüp yamyam iştahını
bir türlü köreltemeyen gösteri ekibinin yanısıra, amirli ve amirsiz başka
ekiplerin de kent üzerindeki tasarrufu sürüyor. Böyle düşündüğümüzde kentin
tamamı, değişik biçimlerde, kendiliğinden bir yapıta dönüşüyor. Bir asayiş,
rant, altyapı, yol-su-elektrik alanı, bir ticaret çukuru veya kültür havzası,
veya bir turizm vahası ve mimarlik mirası olarak 'İstanbul'un karşısında,
başka bir mekan algısı nasıl öne sürülebilir?
2. Gaston Bachelard 'Mekanın Şiirselliği'nden bahsederken tam da bu teknokratik,
askeri, polisiye, turistik, idari, ticari, ve sair -ve son kertede ussal-
olan bakışların karşısına "topo-analiz"i, mekana ait bilinçaltının lirik açığa
çıkışı olarak koyuyor. Mekanın geometrisini altetmek üzere dünyayı algıladığımız
"köşe"mizi, içinde yaşanılmış olan "ev"in sesini, kokusunu ve dönüşümlerini,
kuşların "yuva"larını ve "kabuk"luların -karadaki ve denizdeki- evlerini,
küçük barınaklar olarak "çekmece ve dolap"ları ve "muazzam"ın sarıp sarmaladığı
denizi ve çölü ortalık yere çıkarıyor. Dönüp İstanbul'a bir kere daha bakmalıyız.
>>>>>>>>>>>>